Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Kasım 2011 Salı

father and son

Garip bir şekilde aslında ideal bir baba-oğul ilişkisini anlatan bir şarkıdır bu Cat Stevens güzellemesi. Burada yer almasının sebebi ise beni üzerinde durmaya ittiği düşünceler. İdeal kavramı her ne kadar olması gereken, iyi, doğru üzerinden tanımlanabilirse de, şarkıda da sonu gelmez, çözümsüz bir çatışma anlatılmak istense de bu şarkı çok farklı özlemleri ve duyguları yaşatır insana. İdeal kavramının anlamı değişmiş, duyguların (babalık ve evlat olma) anlamları değiştirdiği bir ilişki vurgulanmıştır bu şarkıda. İşte bu yüzdendir bu şarkıda geçenleri yaşamışların ama en önemlisi de "yaşayamamış" olanların üzülmesi, kalplerine çivi çakılmışcasına ağrı hissetmeleri. Ancak yaşamış veya yaşamamış olsun her iki kesimin de ortak paylaştığı duygu, şarkının ikinci yarısında oğuldan alttan alta duyulan:

"...away away away, i know i have to
make this decision alone - no..." [uzağa, çok uzağa, biliyorum gitmeliyim ve bu kararı tek başıma vermeliyim - hayır] yakarışlarıdır.


Hemen her gün anlayamadığı şekilde uzaklaştığı, hayat boyu onun en büyük destekçisi ve koruyucusu olacak babasına son büyük isyanıdır bu sözler. Baba "... iyi düşün, ben de senin gibiydim" der ama oğul uzaklaşmaya devam eder.

Babanın da yine alttan alta haykırdığı:

"...stay stay stay, why must you go and
make this decision alone?" [kal, neden gitmelisin ve bu kararı tek başına vermek zorundasın?]

son sözler bu yeni çıktığı yolculuktan caydıramaz oğlunu.

ve belki de şu çatışma asıl ideal darbeyi çarpar yüzümüze:

Father: ...for you will still be here tomorrow, but your dreams may not. [Yarınlarında sen burada olabilirsin ama hayallerin seninle olmayabilir]

Son: ...all the times that i cried, keeping all the things i knew inside,
it's hard, but it's harder to ignore it. [tüm yanlış gidenleri içime atıp ağladığım zamanlar çok zor ama bunları görmezden gelmek daha da zor]

Son olarak ise şu umut hep vardır bu şarkıda: Oğul uzaklaştıkça baba hep kovalayacaktır. Sözlerdeki tartışmanın hiç bitmeyecekmiş gibi dinlenmesi de bu yüzdendir.

Nihayetinde kimi zaman içten içe kimi zaman gerçekten ağlatan şarkılardandır benim için.

21 Kasım 2011 Pazartesi

Dr. Manhattan

Yarattığı evren, karakterlerinin içsel bunalımları, en yakınındakinden tutun, kendilerini sadece duymuş insanlarla olan gerilimli ilişkilerine kadar beğendiğim bir külliyattır Watchmen. Külliyat denecek kadar fazla sayısı yoktur Watchmen'in. Adı üstünde bir çizgi romandır ve tanıttığı evrenin derinliği nedeniyle olaya yaklaşımımız bu külliyatın sayısıyla değil zihinde işgal ettiği manevi hacimle belirlenir. Olay tamamen duygusal yani :)

Bu evrende benim en beğendim hikaye ise Dr. Manhattan isimli Lat. "ohannes yuhhus", halk arasında ise "ucube" denen karakterin hikayesidir. Çünkü bir çizgiromandaki karakterden fazlasını, hayatın ta kendisini yansıtır.



Elinde sevgilisi ile çekilmiş tek ve çok eski fotoğrafıyla Mars'ta kendisi ile yüzleşmesinden tutun da zaman kavramı üzerine düşüncelerine kadar her şeyiyle çok etkileyici. O inanılmaz gücünün değil de karakterinin ve içinde yaşadığı bunalımların çizgiromanda işlenişi harikuladedir. Dr Manhattan insan denen organizmaya, zamana ve evrene karşı umarsızıdır ama Mars'ta mehtaba bakıp da elinde fotoğrafla demlenirken bir o kadar da pişmandır. Yani umursar. Özellikle şu bölüm çok hoşuma gider. Elindeki yıpranmış fotoğrafın kendine hissettirdiklerini, yıldızlara bakarkenki duygusuyla karşılaştırır. Dr manhattan'ın kendi sözleriyle:

"[...] Yıldızlara bakacağım. O kadar uzaktalar ve ışıklarının bize ulaşması o kadar uzun sürüyor ki... Yıldızların tek görebildiğimiz şeyleri, eski fotoğrafları."

İşte anıları ve gördüğü yıldızların ışığı arasında böyle çarpıcı bir benzetme kurar. Anılarının kendisine tek hatırlattığı bir hayattan diğerine çoktan demir aldığı ve kıyıdan uzaklaştığıdır. Eskisi gibi değildir ve olmayacaktır. Elektronlarını seveyim doktor.

Wind of Change

Müzikten pek anlamam. Yani tekniği nedir, hangi nota nereye cuk oturur, hangi nota şarkının neresine gitmez pek fikir sahibi değilimdir. Sadece dinlerim, enstürmanlar arasındaki ahenk kulağıma bir şekilde gelir ben de severim şarkıyı. Vokal tekniği de nedir pek bilmem ama senelerce hayatının hemen her gününde bir şekilde müzik dinleyen herkes kötü vokal, iyi vokal, güzel vokal, etkileyici vokal, olağanüstü vokal arası ayrımı bir şekilde yapar.

Her ne kadar çok anlamasam da teknikten ahkam keserim yine de çevremde: "hade len dandik o şarkı, lan olm o vokalin sesi kulak tırmalıyor" diye. Ya da methiyeler düzerim belli gruplara, kişilere. Lakin bunca sene olmuş ben bu Wind of Change'i dinlemişim, hep "ulan farklı bir şey var bu şarkıda" demişimdir ama bulamamışımdır. Övsem nasıl öveceğimi, yersem nasıl yereceğimi bilmiyorum. Nazarımda yergiden çok övgüyü hak ediyor ama ben bulamıyorum o kelimeleri. Bulamadıkça bir daha dinliyor dinledikçe ne kadar çok sevdiğimi anlıyorum bu şarkıyı.

Ta ki Berliner Philharmoniker ile olan kaydını dinleyene kadar. "İşte bu!" diyorum. İlk defa dinlediğim zamanı hatırlıyorum da bu kaydı, enstürmanlar arasındaki denge, kemanın, trompetin, davulun o muhteşem atakları, elektro gitarın "tam da zamanıydı işte" dedirten girişleri ve tabi ki Klaus Meine'ın hiç değişmeyen o muhteşem vokali... Ruhun gıdası derler ya işte bu gıda öylesine hızlı etki ediyor ama öylesine yavaşlatıyor ki zamanı düşünceler tek bir noktada birleşiveriyor bu zamansal kısa devrede:

"Scorpions olağanüstü grup be abi!"

Çünkü müziği kendilerinden kat be kat daha iyi bildiklerinden emin oldukları bir orkestara topluluğuna devrediyorlar bu şarkının gidişatını ve bu yüzden bambaşka bir şarkı çıkıveriyor ortaya. Yıllar önceki orijinal kaydından daha da başka. Rock müziğin genelde varolan o agresif enstürman kullanımı geride kalıyor bu şarkıda sahneyi bir orkestranın ahenksel mükemmelliği alıyor. şarkıdaki potansiyel de muhteşem olduğu için bu olağanüstü diyebileceğimiz kayıt çıkıveriyor ortaya.

Beni de nihayetinde teknikten "azıcık" anlayan bir insan yapıveriyor bu şarkı. Üstüne ahkam kesmeye itiveriyor ve ben hala tekrar tekrar dinliyorum bu şarkıyı...

18 Kasım 2011 Cuma

tarihten yapraklar 2

Bir diğer aklıma gelen konu Fransız düşünce dünyasında Voltaire J.J. Rousseau kapışmasıdır.

Bugün olsa bir çok magazin programına malzeme olabilecek bir kapışmadır bu.


Tartışamayı bel altından vurmaya kadar getiren, huysuzluğundan ne yapacağını bilemeyen Voltaire'dir.Rousseau Emile'i ve Toplum Sözleşmesini yazmayı bitirmiş, 1762'nin o sıcak bahar ve yaz günlerinde bu iki yapıt dünya kamuoyuna ulaşmaya başlamıştır. Ne var ki kısa bir süre sonra "halkı kin ve düşmanlığa açıkça teşvik etmek", "dini değerleri küçültmek"gibi suçlamalarla karşılanan bu yapıtlar Rousseau'yu memleketinden koparmıştır. Kendini bugünkü İsviçre topraklarındaki Neuchatel'de bulan Rousseau orada da yıllar sonraki 28 ekim 1988 Neuchatel Xamax Galatasaray maçını hissetmişcesine iç huzuruna kavuşamaz. Ancak konumuz açısından düşünürsek bunun asıl nedeni Voltaire'dir tabi ki. "Şimdi ben ayrıldım Fransa'dan bu gıcık herif arkamdan atar tutar çevresindekilere" düşüncelerinden kurtulmak için kendini dağa taşa vuran, botaniğe veren bu insan evladı en büyük darbeyi Voltaire'in 1764'te Fransa'da bir kitapçık yayımlaması ile yer.

Günümüz magazin diliyle:

olay! olay! olay!

şok açıklamalar!
niteliğinde bi bildiridir bu. Söz konusu bildiride Rousseau'nun, eşinden olan çocuklarını bakımhanelere bıraktığı ve onlarla doğduktan sonra hiç ilgilenmediğini bildirir Voltaire efendi. Ancak bu bildiride dikkat çeken bir nokta daha vardır ki aslında isimsiz olarak yayımlanmıştır. Yani voltaire "ben yazdım bunu arkadaş" etiketini yapıştırmaz bildiriye. Bu da tartışmanın ne denli karalama boyutlarına vardığını belirten önemli bir husustur.

Nihayetinde daha 10 sene evvel yollarına güller dökülen Rousseau  bu bildiri sonrası evi taşlanan bir birey oluvermiş, tutucu kesimlerin de gazlamasıyla "merhametsiz, hain" yaftalarına layık görülmüştür. Artık bunalım geçirecek denli kötü bir ruh haline bürünen Rousseau'ya bu tartışmada kucak açan ise Britanya topraklarından bir cengaver, David Hume olmuştur. Ancak Voltaire'den ağzı yanan Rousseau "yok arkadaş bu filozof milletine güven olmaz" yaklaşımıyla ona da önyargılı yaklaşmış onunla da bozuşmuş, yapayalnız, hak etmediği halde kavgacı, huysuz, soğuk sıfatları yakıştırılarak ölmüştür.

Ha sonra ne olmuştur? Yıllar sonra bir çok filozofa ilham kaynağı olmuş, Fransa kralı xvi. Louis bile "aman abim eşitlik özgürlük kardeşlik tabi" demiş, üç renkli kokartı can havliyle alıvermiştir.

tarihten yapraklar 1

Bundan böyle amme hizmeti olarak akademik okumalarım çerçevesinde tarihten yapraklar köşesiyle de beraber olacağız bananormal olaylar diyenler.

İlk yaprağımız Roma dönemine ait. Tarihteki en ateşli tartışmlardan biridir gözümde Cicero - Catalina atışması. Dile kolay, bir tarafta Marcus Tullius Cicero bir tarafta Lucius Sergius Catilina...

Aman aman. Rocky Balboa - Ivan Drago, River plate - Boca Juniors rekabeti gibi bir mücadelenin mavi köşedeki kişisidir Catilina. Mö 63'te Caesar'ın desteğiyle ve Antonius'un gazlamasıyla Cicero'ya karşı seçimlerde yarışmıştır. Bu yarışta rüşvet ilişkilerinin ön planda olması, o tarihlerde değerlerin yitirildiğinden dem vuran, ahlakın çürümesinden ve cumhuriyetin tehlikede olmasından rahatsız olan Cicero'nun sinirlerini bozmuş, aynı tarihte Cicero senatoda Catilina nutkunu vermiştir. O günden bize ulaşan çok gizli kareyi burada paylaşıyorum:


Bu nutukta kurulu düzene karşı yakışıksız olduğunu düşündüğü darbe girişimlerinden haberi olan Cicero, senatoya "Uyumayın sayın vekiller, keyfi irade üstün geliyor, silah zoruyla özgürlüklerimiz elimizden alınıyor" uyarısını yapmıştır. Tabi o tarihlerde henüz kendisine doğru yaklaşmakta olan kılıcın gölgesini bile fark edecek durumda değildir cicero. hayatını "ne olacak bu memleketin hali" sorusuna cevap arayarak rakı sofralarında geçiren Cicero, Catilina'nın hamlelerinin, ileride gerçekleşecek değişikliklerin işareti olduğundan habersizdir. Ufka bakar, orada bir ışık görür ve bunun yeni günün ilk ışıkları olduğunu zanneder. Lakin bu ışık, yeni günün habercisi değil onun dünyasını karartacak bir yangının alevleridir.

Bu rekabetin tarihsel ayrıntılarının bir başka baharda yer aldığını belirttikten sonra Catilina nutkundan bir kuple okuyarak sözlerime son veriyorum sayın Romalılar:

"Ne yapıyorsun catilina? Ne düşünüyorsun? Senin büyük suçlarını ve tuzaklarını farkettik. Ey çağlar! Ey töreler! Senato bunları anlıyor, konsül görüyor. o [Catilina] buna rağmen yaşıyor. yaşamak ne kelime? Senatoya bile geliyor; hatta şimdi konsüle yol göstermeye cesaret ediyor; gözleriyle bizi ölüme yolluyor! Ve biz, iyi adamlar, hiçbir şey yapmıyoruz! Senato ve konsül seni ölüme mahkum etmek zorunda. Bir kararımız var be bunu uygulamak zorundayız. Eğer şimdi uygulamazsak, biz, biz -açık söylüyorum- hata yaparız. Kaç şimdi Catilina, ve kendinle arkadaşlarını da götür. Bizimle kalamazsın; sana da, şu adamlarına da, planlarınıza da katlanmayacağım."

[Cicero, in catilinam, 1.1. ff] (Çevirideki yardımı ve katkısı için Ekin Öyken'e teşekkürü borç bilirim.)

"Cicero rahatsız" manşetiyle duyurulan bu konuşmadan sonra hayat Catilina'ya zindan olmuş, kabuğuna çekilmiş, Cicero da "oh nası koydum çocuğu" edasıyla ortamlarda gezinmeye devam etmiştir. Lakin senatoya karşı silahlı mücadelede bulunan 5 kişinin yargılanmadan öldürülmesi Cicero'nun başını ağrıtmış, muhtemelen sokakta her yürüyüşünde "Hani eşitlik, hani Cumhuriyet?" yakınmalarıyla karşılaşmıştır.

15 Kasım 2011 Salı

hayat

Şu günlerde "hayat ne?" diye sorsanız şu görüntüyü izletirim. Amerikan futbolundan zerre anlamam hatta gördüm mü kapatırım. Ama az sonra izleyeceğiniz üzere... neyse ben birşey söylemeyeyim kendiniz izleyin ve görün:


İşte böyle. Elindekinin değerini bilip hedefe koşmaktır sanırım. Engel ve peşinden koşan o kadar çok ki. Yalnız seni kollayan dostlarının/yakınlarının olduğunu bilmek de güzel. Sonuçta tribünlere koşup tebrikleri kabul ediyorsun. baby we were born to run! Bruce abiye selam olsun.

Live At Knebworth


Memlekete gelse gözümü kırpmadan birkaç yüz milyon baloncuk patlatacağım kişidir Robbie Williams. Başlıkta adını geçtiğim konser de bir Robbie Williams güzellemesi. 2003 yılında İngiltere'nin Kuruçeşme Arenası'nda şimdi hatırlayamadığım sayıda kişiye hitap eden Robbie Williams, akılda kalıcı Angels ve Come Undone performansları gösterir. Özellikle Angels'ta, mekanda bulunan cengaverler hep bir ağızdan şarkıya eşlik etmiş, Robbie Williams şarkının orta yerinde "vay anasını!"yı yapıştırıvermiştir. Video aşağıda:



Olay yeri inceleme ekibinden gelen bilgilere göre sözünü ettiğimiz konser 3 gecedir. 14 şarkıdan oluşuyor albüm  Ama albümün hangi gecelerde söylenen şarkılardan oluştuğunu bilmiyorum.  Dolayısıyla hangi günde hangi grup seyirci daha cengaverdir bu konuda bi bilgi veremeyeceğim. Angels kaydında gözlerimize takılan güzel incılız kızları kayda renk katar öte yandan Robbie Williams'ın gitaristinin Polat Alemdar'a benzerliği pastel tonlarda bir gölgede bulunur. Come undone kaydında Robbie Williams bir ön sevişme molası verir ve şarkıya devam eder, ilginçtir. Onun da kaydını amme hizmeti olarak siz değerli okuyucya bırakıyorum. Takdir yüce milletindir:

Kısacası konser gibi konserdir. İzleyen kitlesi, Robbie Williams'ın sahne performansı, halen uyuşturucu kullandığına bu bağlamda Britanya'daki ışığının söndüğüne dair yorumlar üzerine ve şarkılara getirilen değişik yorumları neticesinde alınıp dinlenmesi gereken bir kayıttır. Sahnede devleşen bir imgedir, neden Freddie Mercury gibi bir vokal tanrısının ardından onun yerine bir zamanlar düşünüldüğünü kanıtlar.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Bitter Moon

Sansasyonel yönetmen Roman Polanski'nin, Fransız yazar Pascal Bruckner'in aynı adlı romanından uyarlaması olan Bitter Moon, kadın erkek ilişkileri, erkeğin kadına tukusu, sonra bu tutkunun bitişi ve kadının aşağılanması, kadının adamdan aldığı intikam üzerine izlenmesi gereken bir film. Anlatımı alabildiğine müstehcen ama bu müstehcenlik cıvık bir seks hikayesi olarak değil bir derinlik taşıyor. Film üzerine değerlendirmem aşağıda yer vereceğim video ile sonlanacak. Filmden bir sahne esasen. Filmin sonlarından ve film hakkında bir fikir vermesi açısından yararlı diye düşünüyorum. Öte yandan kanımca sinemanın efsanevi sahnelerinden biridir.


Yine de bu sahnedeki Kristen Scott Thomas'ın kendinden emin tavrını, Emmanuelle Seigner'in kendinden geçmiş halini, Hugh Grant'in ağır göt oluşunu ve Peter Coyote'nin "[...] galiba senin hakkında yanlış düşündüm Nigel, karın daha iyi bir iddia opsiyonu olabilirdi" sözünü anlamak için filmi bütün halinde ele almak gerekir. Ama sadece bu sahne bile başlı başına izleyeni kendine çeker diye düşünüyorum.

american horror story

benim gibi hortlak hikayelerinden; bir evde itin, kopuğun, cinin, hayaletin, zombinin saldırısına uğrayan gafil insanların hikayelerinden hoşlanıyorsanız bu taze yapıma alalım sizi.



afişten de görüleceği üzere merak uyandıran bir yapım. hemen belirteyim afişte yer alan afet-i devran şurada yer alan ablamız. kendisi dizide gizemli bir karakter ama kokusu çıkar yakında. Peki bu diziyi neden izlemek gerekiyor?

olay dizinin yarattığı atmosferde ve oyuncuların şaşırtıcı başarısında. Karmakarışık kurgusuyla, kimi zaman sahnelerle alakasız müzik - şarkı seçimleriyle, yarattığı gizem havasıyla değişik bir dizi. Ama en güçlü olduğu nokta oyuncuların gerçekçi tepkileri, mimikleri. Korku dizileri veya filmleri beyaz camdaki en riskli konulara sahip yapımlar bence. Katıksız bir aksiyon için çok gerçekçi oyunculuklara ihtiyaç duyulmayabilir ama iş gerim gerim germekse sahneye konanın kandan, vahşetten, hortlaktan fazlası olması gerekiyor. Önce oyuncuların korktuğunu göreceğiz ki biz de inanalım. İşte bu dizinin izlenilmesinin sebebi de bu. Onlar gerilince biz de gerilmiş, onlar nefes nefese kalınca biz de nefes nefese kalmış sayılıyoruz çünkü inanılması güç hortlak hikayelerine inandırıcı bir ortam oluşturmuş vaziyette.

Son olarak şu var ki eğer konuyu çok fazla sıvamazlar da tadında bırakırlarsa televizyon tarihinin en çok ses getiren korku yapımlarından biri olacak gibi duruyor şimdilik. Jeneriği ve rahatsız edici jenerik müziğiyle bas bas bağrınıyor zaten.